14 Haziran 2010 Pazartesi





...Yoğun günler geçiriyorum, yoğun ve yorgun. Huzurlu yorgunluk bu, bedeni yoran ama beyni dinç tutan. Zaten yapım icabı severim yoğunluğu; nefes aldığımı anlarım, yaşadığımı, zamana kafa tuttuğumu. Bir yerde mıhlanmış gibi durmak, tek bir şeyle uğraşmak bana göre değil. Dinlenmek için yorulmak gerek, düşünmek için okumak ve sahip olmak için çalışmak... Kahveyi severim, herkes gibi ama en çok da kokusunu severim. Paketi açılınca, içime hazırlanınca, içerken. Özlediğim kokuyu yakalamaya çalışırım çoğu kez. Sarı kahve değirmeninde çekilen çekirdek kahve kokusunu, bakır mangalda sacayak üstünde bakır cezvede pişirilen kahve kokusunu, içemediğim kahve kokusunu. "Çocuklar kahve içmez, kara olur" derlerdi, "koklayınca da olur muyum?" der içime çekerdim o nefis kokuyu. Beklerdim büyümeyi, büyüyünce kahve içmeyi. Sokaktan geçen esmer eskiciydi sabırla büyümeyi beklemek, çocukluğunda çok kahve içtiğini düşünürdüm...Tek bir tür "Türk kahvesi" ve şimdi yaşamımıza giren onlarca çeşit kahve. Sevmeyen yoktur sanırım, herkes sever. Neden? Kokusu mu cezbeder yoksa içimi mi? bedensel istek midir, beyinsel istek mi? Çok severim sevmesine de benim için sadece dinlencedir bir fincan kahve! Yolculukta mola gibi, satırlar arasında ki nokta gibi... Bir kahve molasıydı yazım, bir kahve eşliğinde ve yorgunluktan gözlerim kapanırken... 

Hiç yorum yok: